Bu yaz biraz vahşi tatil yapmaya karar verince, Reha’nın abisi ve ailesiyle birlikte arabaya doluşup Anamur’un yolunu tuttuk. Anamur’da, Pullu Orman Kampı’nda Reha’nın davetlisiyiz. Adana’da öğretmenlik yapan Reha, her yaz tatilini bu kampta geçiriyormuş.
Biz biraz heyecanlı ve gerginiz aslında. Çünkü bu yaşımıza kadar hiç çadır kampı yapmadık! Yerde nasıl yatılır, kişisel ihtiyaçlar nasıl karşılanır, hijyen nasıl sağlanır, ne yenir-ne içilir, börtü böcekten nasıl korunuruz hiç bilmiyoruz!..
Kamp alanına neredeyse gece yarısı varıyoruz ve kızımla birlikte büyük bir şok yaşıyoruz! Bir çadır ve önünde küçük bir boş alan kalacak şekilde taraçalandırılmış arazi bizim için çok eğimli, yürüyemiyoruz. Ama söz ağızdan çıktı bir kere, çaresiz ve mutsuz Reha’nın, kendi çadırlarının altındaki taraçada kurduğu çadırımıza girip uyumaya çalışıyoruz.
Ertesi sabah erkenden uyanıp çadırdan dışarı göz attığımda Reha’yı eşi Zübeyde ile birlikte iki taraça arasına merdiven yaparken buluyorum. Reha bir keserle toprağa delikler açıyor, Zübeyde ise herhalde hem toz toprağı, hem de deliğin kapanmasını engellemek için delikleri tek tek suluyor. Normal şartlarımda pek ilkel gelecek olan bu yöntem, özellikle benim ve kızım için hiç olmazsa düşmeden yürünebilir bir konfor sağlıyor, seviniyorum!
Merdiven yapımı bittikten sonra Zübeyde kahvaltı hazırlamaya başlıyor. Bir semaver dolusu çay, beyaz peynir, zeytin, ev yapımı reçel, bal, çocuklara yumurta, koca bir tabak domates, biber, salatalık üzerine mis gibi zeytinyağı ve maydanoz. Bir de gözlerime inanamadığım sayıda ekmek. Tamam, biz altı, onlar da beş toplam on bir kişiyiz, ama biz her şeyi porsiyonları hesaplayarak yemeye alışığız, şaşırıyorum.
Çocuklar bir masaya, büyükler diğer masaya oturuyor, önümüzde deniz, arkamızda ormana karşı göz açıp kapayıncaya kadar tüm yemekleri silip süpürüyoruz. Kahvaltıdan sonra Zübeyde bize misafir muamelesi yapmaya devam ediyor ve aşağıya inip bulaşıkları yıkıyor.
Biz de hep birlikte denize gidiyoruz. Sonra yine yemek, biraz gölgede dinlenme, sohbet, çocuklar da kendi aralarında oynuyor. Akşam üstü bir kez daha deniz keyfi, sonra akşam yemeği. Çocuklar yirmi dört saat açık havada olmanın verdiği yorgunlukla erkenden uyuyor, biz büyükler ise yıldızların altında gece yarısına kadar sohbet ediyoruz.
Aradan bir iki gün geçtikten sonra ben tam bir kamp insanı olup çıkıyorum! İlk günler çadırlar arasında sadece kendimi indirip çıkarmayı beceremeyen ben, ilerleyen günlerde on bir kişilik bulaşığı bir leğene doldurup aşağıdaki çeşmede yıkıyor ve geri getiriyorum, çadırın temiz tutulması için gereken kuralları harfiyen yerine getiriyorum, en az beş yüz metre uzaklıktaki tuvalete gece yarısı korkmadan gidebiliyorum ve kamp hayatının üzerime yüklediği tüm sorumlulukları büyük bir beceri ve üstelik keyifle yerine getiriyorum. Yine ilk gün “anne hemen gidelim buradan!” diyen kızım, bir iki gün geçtikten sonra, ağaca bağlanan bir halat parçasında minik bir Tarzan şeklinde sallanmayı beceriyor…
Ben eşim ve sevgili kızım hayatımızın en güzel tatillerinden birini yaşıyoruz. Bu tatile neşe ve huzur damgasını vuruyor! Üstelik bunun için hiçbir maddi varlığa da ihtiyaç duymuyoruz. Ne klimalı odalar, ne açık büfe yemekler, ne şık bir havuz, ne de lüks tatil köyleri. Sadece “hayattayız, sağlıklıyız, ailemiz ve dostlarımızla birlikteyiz!” şükrediyoruz! Eflatun’un; ” en önemlisi çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır” sözü bir kez daha ispatlanmış oluyor.
Bizlere böylesine keyifli bir tatil fırsatı sağlayan Reha öğretmenle aynı zamanda hayat bilgilerimi pekiştiriyorum…
Adana’da bir devlet lisesinde öğretmenlik yapan Reha, aldığı maaşla 2 çocuk okutuyor, ailesini geçindiriyor, bir öğretmen maaşıyla, sadece öğretmen maaşıyla! Maaşının azlığından yakınmıyor, maaşı az diye bir takım alavere, dalavereleri kendisine hak olarak görmüyor, maaşından fazlasını harcamıyor, geçim derdine düşmüş bir insan olsa da bunun acısını hiçbir öğrencisinden çıkarmaya çalışmıyor, işini çok iyi yapıyor; mesleğiyle ilgili etik kurallara sıkı sıkıya sarılıyor, ülkesinin sorunlarına bir aydın olarak büyük bir duyarlılık ve sorumlulukla yaklaşıyor, çocuklarının iyi bir eğitim alması için elinden gelen tüm gayreti ortaya koyuyor, bunun için çocuklarına en uygun zeminleri hazırlamaya çalışıyor, kış mevsimlerinde Reha hiçbir akşam dışarı çıkmıyor, hiç kimseyi de eve misafir olarak kabul etmiyor. Çünkü çocukları ders çalışıyor, çünkü çocuklarının hedefleri var, tüm aile bu ortak hedefe kilitleniyor, tüm aile bu ortak hedefin gerçekleşeceğine inanıyor…
Reha’nın hayatına dair yaptığım tanıklık benim için çok önemli bir pazarlama örneği de oluşturuyor; firmalarımızın başarısı için “yeterince büyük” değil, yeterince sabırlı, inatçı ve kararlı olmalıyız, tek bir hedefe, tüm çalışanlarımızla aynı inanç ve samimiyetle kilitlenebilmeliyiz, elimizdeki olanakları hedefimizi gerçekleştirebilmek için çok akıllıca kullanabilmeliyiz, hayal kurabilmeliyiz, sadece maddi başarıya değil, değere de odaklanmalıyız, yaşadığımız çağın ve ülkemizin sorunlarına yeterince duyarlı olabilmeliyiz ve en önemlisi de tüm bu çabalar içerisinde etik davranmayı ve yaşamayı bir prensip haline getirmeliyiz.
Kısacası sevgili dostlar, bu hayatı biraz gerilla ruhuyla yaşayabilmeliyiz!..