Önümüzdeki ayın başında, yani 1 Temmuz 2012’de ticaret hayatımızı çok ciddi ölçüde değiştirecek yeni bir dönem başlıyor. Ülkemizde elli yıldan uzun zamandır uygulanan 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu, (TTK) Temmuz ayından itibaren yerini 6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu’na bırakıyor.
Evet, aynı tarihte 1926’da çıkarılan Kabotaj Kanunu‘nun yıldönümü vesilesiyle Kabotaj Bayramının da kutlandığının farkındayım. Türkiye vatandaşları tarafından kabotaj hakkının ne kadar kullanıldığı ya da kabotaj hakkının ne kadar kullandırıldığı ayrı bir tartışma konusu olsa da, yeni TTK’nın en az Kabotaj Kanunu kadar ticaret hayatına olumlu etki yapacağını düşünenlerdenim.
Hazırlık çalışmalarına 1999’da geniş katılımlı bir kurulla başlanan yeni TTK, 2005’te kamuoyunun bilgisine sunuldu ve daha sonra TBMM’ye sevk edildi. Tartışmaların ve değişikliklerin ardından 13 Ocak 2011‘de de Meclis’te kabul edildi. Ancak Türkiye’deki pek çok konu gibi, yeni TTK da 2005’ten beri ortada olmasına rağmen, yürürlüğe girmesine kısa bir süre kala, yumurta kapıya geldikten sonra tartışılıyor, değiştirilmeye çalışılıyor
Yeni kanunu bir kaç aydır enine boyuna inceliyorum ve bazı ufak tefek aksayan yönleri dışında Türkiye’de faaliyet gösteren şirketlerin ihtiyacı olan kurumsallaşma ve şeffaflaşmayı sağlayacağını düşünüyorum. Bunun yanında şirketlerin sermaye yapılarının güçlenmesi, karar alma süreçlerinin ve bürokratik işlemlerin hızlanması konusunda da hayli yenilik içeriyor. Yürürlüğe girecek Yeni Borçlar Kanunu’yla birlikte ele alındığında, ticari hayatı daha güvenli hale getirmesi, şirketlerin kağıt üzerindeki durumlarıyla fiili durumlarını birbirine mümkün olduğunca yaklaştırması yeni yasanın olası etkileri olarak görülebilir. Yasanın ruhu, Türkiye’deki şirketlerin ortaklardan bağımsızlaşarak güçlü sermaye yapısına kavuşmasını, kurumsal yönetim ilkelerine göre sevk ve idare edilmelerini, daha fazla halka açılmalarını, daha fazla yerli yabancı ortaklıklar kurmalarını teşvik ederek nihayetinde küresel ölçekte rekabet güçlerini artırmayı hedefliyor.
Yeni yasaya, kamuoyunda tartışılan hapis cezalarıyla ilgili düzenlemelerin netleştirilmesi, hapis cezalarını sınırlanması gibi rötuşlar elbette gerekebilir.
Bunun yanında bence Türkiye’de hayli yaygın olan mikro ölçekteki sermaye şirketlerinin bazı yükümlülüklerden muaf tutulması da mümkün. Yasada “küçük ve orta boy” tanımı yapılıyor, ancak sermaye şirketleri için “mikro işletme” tanımı bulunmuyor. Yasa, bu tür işletmelerin bundan sonra şahıs şirketi olarak kurulmasını teşvik ediyor. Tabii burada bir sorun yok, ancak halihazırda kurulu durumda bulunan pek çok limitet şirketin aslında mikro ölçekte işletmeler olduğunu da göz önüne almak gerekiyor. Bu tür şirketleri bir geçiş süresi içinde bazı yükümlülüklerden muaf tutarken, bir taraftan da bunların şahıs şirketine dönüşmesinin yolunu da açmak gerekiyor ki, yasada böyle bir dönüşümün önü kapalı.
Diğer yandan, eleştiri konusu yapılan bazı düzenlemelerin, şirketlerin doğrudan şeffaflık, kurumsal yönetim ve rekabet gücünü artırmaya yönelik olduğu da unutulmamalı. Sermaye şirketleri için dış denetim zorunluluğu, halka açık şirketler için bağımsız yönetim kurulu üyeliklerinin zorunluolması, tüm sermaye şirketlerinde yönetim kurulunun dörtte birinin yüksek öğrenim mezunu olma şartı gibi maddeler açıkça bu amaca yönelik.
Bakan Hayati Yazıcı‘nın “neden konmuş anlamıyorum dediği”; yönetim kurulunda yüksek tahsilli üye zorunluluğu gibi maddeler, aslında bakanın dediği gibi “Kayserililere iş bıraktıracak” hükümler olarak değil, Kayserilileri ticari hayatta daha da güçlendirecek maddeler olarak görülmeli. Günümüzde artık yöneticinin veya firma sahibinin her yaptığına kafa sallayacak çalışanlara değil, alınan kararları eleştirecek, daha doğrusunu gösterecek kişilere ihtiyaç var.
Ünlü pazarlama ustası Sergio Zyman “şirkete aldığınız gençleri eğitimlerden geçirerek beyinlerini kendinize benzetip kirletmeyin” diyor. Zyman’a göre ne kadar değişik düşünceli çalışanı bünyenize katarsanız o kadar güçlenirsiniz.
İsveçli pazarlamacı Magnus Lindkvist de “Trend Avcısı” kitabında “İsyankar” çalışanlardan söz ediyor: “Gittikçe daha fazla sayıda şirket, günlerini insanları sıkıştırmakla ve kurum içindeki statükoya meydan okumakla geçirecek ‘isyankar’ adını verdikleri kaba insanları işe almak istemektedir. Konuştuğum Amerikalı bir şirket, bu insanlardan her birine her yıl 100 bin dolar ödemeye hazırdı. Bir kurumu daha iyi hale getirebilmek için, o kurumdaki bütün aksaklıkları tespit edip cesurca ifade etmeye hazır kurumsal isyankarlar tutabileceğiniz danışmanlık şirketleri bile vardır.”
Türkiye’de siyaset alanına egemen olan “Yöneticinin dediği kutsaldır” anlayışı ne yazık ki, şirketler için de aynen geçerli. Yeni TTK’da düzenlenen, dışarıdan yönetim kurulu üyesi zorunluluğu bence çok radikal olmasa da, şirketlere dışarıdan bir gözle eleştirilme fırsatı vereceği için son derece faydalı. Uzun vadede ise bu uygulama genlerimize sinmiş mutlakiyetçi kültürün bertaraf edilmesi için bir fırsat olarak görülmeli. Son dönemeçte yeni TTK’da değişiklik yapmaya niyetli bakanlara ve milletvekillerine bunu hatırlatmak isterim. Firma sahiplerine ve hissedarlarına ise bu vesileyle bünyelerine alacakları yönetim kurulu üyelerini mümkün olduğunca Lindkvist’in sözünü ettiği isyankarlardan seçmelerini tavsiye ederim.