Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de organize perakende sektörünün çatı kuruluşu Tüm Alışveriş Merkezi ve Perakendeciler Federasyonu (TAMPF) başkanı Vahap Küçük‘ün Posta Gazetesi Perakende ekinde bir söyleşisi yayınlandı. Küçük, dünyada en hızlı büyüyen 50 markadan on tanesinin Türkiye’den çıkması ve bu on markadan üçünün de perakende sektöründe olması için çalışmalarının sürdüğünü açıklıyordu.
Türkiye’den “Dünya markası” çıkarma niyeti giderek daha fazla tekrarlanıyor ve biz de bu tartışmaya mümkün olduğunca katkı sunmak için buradan zaman zaman bildiklerimizi, gördüklerimizi, deneyimlerimizi dilimiz döndüğünce paylaşmaya çalışıyoruz. Perakende sektörünün ekonomide ciddi bir ağırlığa sahip olduğu ortada. Vahap Küçük’ün verdiği bilgilere göre, organize perakende sektörü Türkiye’de 59 bin mağaza, 15 milyon metrekare alan ve 620 bin çalışanla 87 milyar dolarlık bir ciroyasahip. Son on yılda üç katı büyüklüğe ulaşan sektör, ciro ve istihdamda yıllık yüzde 10’a yakın bir büyüme gerçekleştiriyor. Bu kadar hızlı büyüyen ve yatırım çeken bir sektörün kendine iddialı hedefler koyması da normal tabii.
Peki, son on yılda bu kadar büyüyen perakende sektörü, 2023 için kendi kendine koyduğu hedeflere uygun yetkinlikleri geliştirebildi mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek ne yazık ki, hayli zor. Konu, küresel oyuncu olmak için gereken stratejik düşünme, yenilikçilik, rekabet gücü, profesyonelleşme ve kurumsallaşma gibi konulara geldiğinde perakende sektörünün sınıfı geçebileceğini söylemek gerçekten güç.
Önceki yıllara ait yazılarımda da perakende sektörüne yönelik benzer eleştirilere rastlamışsınızıdır. Soysal Danışmanlık tarafından düzenlenen Perakende Günleri’nde, hem AVM, hem de perakendeci tarafı her yıl bir araya gelip benzer konuları tartışırlar, ben de yıllardır bu tartışmaları izlerim. TAMPF Başkanı Vahap Küçük’ün iddialı hedefler ortaya koyduğu bu söyleşi de zaten yine aynı organizasyon vesilesiyle yayınlandı. Ancak gördüğüm ve izlediğim kadarıyla, yıllardır ne AVM tarafında ne de perakende tarafında bu saydığım konularda gözle görülür, elle tutulur bir ilerleme kaydedilemedi.
2009’da Dünya Gazetesi‘ne bu köşede “Bu AVM gerekli mi?” başlığıyla yazdığım yazıda, ne AVM’yi inşa ederken, ne kirasını belirlerken, ne de mağaza açma kararını verirken bilimsel ve uluslararası standartlara uygun bir fizibilite çalışması gerçekleştiremedikleri konusunda sektör temsilcilerinin hemfikir olduğunu yazmıştım. Bunu yazdığımda Türkiye genelinde 222 AVM’de yaklaşık 5,2 milyon metrekare kiralanabilir alan bulunuyordu. Bu yılın mayıs ayında açıklanan verilere göre, Türkiye genelinde AVM sayısı 310‘a, kiralanabilir alan ise 8,7 milyon metrekareye ulaşmış durumda. 2014 sonunda bu sayının 340’ın üzerine çıkabileceği yönünde tahminler var. Peki, 2009-2013 arasında bunca AVM inşa edilirken, kiralanırken, mağaza açılırken dile getirdiğimiz standartlara uygun fizibilite çalışmaları yapıldı mı? Ne yalan söyleyeyim, hiç duymadım.Duymamak bir yana, 2008 sonrası ağırlığı hissedilen ekonomik krizin etkileri aşıldıktan sonra, bu ve benzeri konuların tartışıldığını da çok görmedim. Eh, işler şöyle veya böyle yolundayken kimse bunları düşünmüyor tabii…
Peki, şimdi hemen soralım; kendi ülkesinde AVM inşa ederken, kiralarken mağaza açarken doğru düzgün bir fizibilite yapmayı becermeyen, bu konuda standartlar geliştiremeyen, on yılda yapılan onca yatırıma rağmen kalite ve rekabet konusunda gözle görünür hiç bir ilerleme sağlayamayan, hatta çoğunlukla aile şirketi olmaktan çıkıp bir türlü kurumsallaştıramayan bir sektör, nasıl olacak da on yıl içinde “Dünya markası” çıkartacak?
Bu arada yine Vahap Küçük’ün dile getirdiği “İstanbul’u moda başkenti yapma” hedefini de unutmayalım. Bu iddia, içinde detay gibi görünen ama işin niteliğine doğrudan etki edensorunlar barındırıyor.
Örneğin, İstanbul kentinde, cadde mağazacılığı ile AVM’cilik arasında Beyoğlu’nda bile bir denge tutturulamazken, kent merkezindeki son yeşil alanlar AVM’lere ve rezidanslara kurban edilirken ve hala da edilmek istenirken, İstanbul nasıl bir “Moda başkenti” olacak? ABD’de yayınlanan Forbes Dergisi’nin bir haberine göre, dünyada en hızlı büyüyen AVM projeleri sıralamasında İstanbul beşinci sırada yer alıyor ve diğer dört kentin tamamı da Çin’de. Zaten ilk 10’a giren ketlerden hiç biri “Moda başkenti” olma iddiası da taşımıyor.İstanbul mevcut 100 civarında AVM’siyle Avrupa kentleri içinde AVM lideri durumunda ve bu sayının daha da artırılması düşünülüyor. Oysa tarihsel olarak İstanbul’un karşılaştırılabileceği veya “Moda merkezi” olarak yarışabileceği Avrupa kentlerinin hiç biri bu denli büyük bir AVM yükü ve baskısıyla karşı karşıya değil.
Gezi direnişinin bir AVM projesiyle patlak verdiği herkesin malumu. Direnişin ilk günlerinde yine Soysal Danışmanlık tarafından Roma’da gerçekleştirilen (30 Mayıs -1 Haziran) Perakende Liderler Konferansı‘nda pek çok perakendecinin “Gezi’de yapılacak AVM’ye girmeyiz” mesajı verdiğini sanırım herkes hatırlayacaktır. Gezi öncesinde, Emek Sineması’nın AVM’ye dönüştürülmesi projesinin ve onun öncesinde Beyoğlu’ndaki Demirören AVM’nin yarattığı tartışmalara da bu köşede yer vermiştim.
Yine sözü uzattım, anlattıklarımdan kısaca iki sonuç toparlayayım; birincisi, organize perakende sektörünün, stratejik düşünme ve kurumsallaşma konusunda hayli ağır yol alması.İkincisi ise “organize perakende” kavramının özellikle büyük kentlerde, toplumun belirli kesimleriyle ciddi bir gerginliğe neden olan “AVM perakendeciliği” baskısı altında ilerlemesi.Bu iki sorunun da en kısa zamanda sektör temsilcileri tarafından enine boyuna tartışılmasında herkes için büyük fayda var.
Bu makale ilginizi çektiyse şunu da okumanızı öneririz:
“Üç beş esnaf” biraraya gelirse