Siyasetle ilgili bir önceki yazımızı seçimden bir hafta önce HDP’nin meydan okuyan marka strateijisi üzerine yazmıştık. HDP’nin stratejisi üzerine yazdıklarımız pek çok okuyucudan olumlu tepkiler aldı ve hayli ses getirdi. Seçim sonuçları da açıklamaya çalıştığımız strateji doğru uygulandığında sonuçlarının oldukça çarpıcı olabileceğini gösterdi. Tabii iş seçimle bitmiyor, esas konu elbette elde edilen başarının hakkını vermek. Bu konu üzerinde sanırım daha uzun süre tartışacağız, ancak bu yazıda Türkiye’nin siyasal hayatına damga vurduğunu düşündüğüm bir başka kavram üzerinde durmak istiyordum. Sözünü ettiğim kavram “Yapmak” veya “İcraat”.
Evet, “Yapmak” Türkiye’nin siyasi hayatında çok prim yapan, şimdilerin deyimiyle “çok satan” bir kavram. Bugün, köklerini 1950’lerin Demokrat Parti‘sine bağlayan tüm sağ partilerin yaygın olarak kullandığı bu “İcraat” işini çok değişik vecheleriyle hepimiz tanıyoruz. Yaşı müsait olanların hatırlayacağı gibi, 80 öncesinin Adalet Partisi‘nden 80 sonrasının ANAP‘ına, DYP‘sine ve bugünün AKP‘sine kadar herkes için 1950’li yıllar bir kalkınma efsanesi referansıdır. Sağ partilerin tümü hâlâ Menderes’in yaptırdığı yollarla övünmeye de devam ediyor.
Süleyman Demirel, siyasi hayatı boyunca Devlet Su İşleri geçmişine de atıfta bulunarak kendisini “Barajlar kralı” olarak tanımlardı. Yine hatırlayanlar hatırlar, Turgut Özal‘ın başbakanlık döneminde en sık kullandığı söz de “İş bitiricilik”ti. En büyük iddiası da “Türkiye’ye çağ atlatmak”tı. Halen devam eden, televizyonların meşhur “İcraatin İçinden” geleneğini başlatan da Özal’dı. Bu çizginin devamında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 13 yıllık iktidarı boyunca kendisini ülke tarihinin en çok iş yapan partisi olarak tanımladığını, son seçimdeki bütün söyleminin “yapmak” üzerine kurulu olduğunu da hemen hatırlayalım. Kısaca ülkede iktidara gelmiş her sağ partinin “İcraat” konusunda çıtayı biraz daha yukarı taşıdığını hep gördük.
Toplum tarafından da bu “icraat”lı, “iş bitirme”li sloganların teveccühe mazhar olduğu aşikar. Tabii bunun nedenini anlamak çok zor değil. Köyden kente, fakirlikten kurtulmaya, hep daha iyiye ulaşmaya çalışan bir toplum için bundan daha doğal bir durum olamaz. Var olan durumdan memnun değilseniz, değiştirmek için bir şeyler yapmak gerekir. Bir şeyler yaparsanız, bir işler bitirirseniz hayatınızı değiştirebilirsiniz. Bu düşünce aslında oldukça naif, basit ve düz bir istek. Bu açıdan bakıldığında topluma hak vermemek elde değil.
Ancak işin asıl ilginç olan boyutu, 1950’den başlarsak 65 yıl boyunca bu düşüncenin satış ve satın alma biçiminde hiçbir değişiklik olmaması. Ha tabii, şimdiki hükümetin bu konuda hakkını yememek gerekir. Ülkede 40-50 sene önce yapılmış şeyleri ilk kez şimdi kendilerinin yaptığını söyleyip buna da pek çok kişiyi inandırabilmekle kendilerinden öncekilere göre level atlamış oldular. Neyse konuyu dağıtmayalım, son seçim kampanyasında gördüğümüz gibi “onlar konuşur biz yaparız” iddiası sosyal medyada paylaşılan “62’den tavşan yapıyoruz” capslerine kadar geldi dayandı.
Şimdi gelelim asıl ilginç olan noktaya. Yani 75 milyonluk koca bir ülkede 65 yıldır satılan “Yapmak” fiilinin bir türlü “Doğrusunu yapmak” fiiline evrilememesine. Evet, gerçekten bir şeyler yapıyoruz; Yol yapıyoruz, bina yapıyoruz, baraj yapıyoruz, köprü yapıyoruz, fabrika yapıyoruz, termik santral yapıyoruz, hatta nükleer santral yapmalara kalkıyoruz. Peki, bir gün olsun dönüp kendimize “Acaba doğru yapıyor muyuz” diye soruyor muyuz?
Cevabını hemen vereyim: Hayır sormuyoruz! Çünkü sorsak, gerizekalı olmadığımıza göre 65 yıl boyunca bir şeyleri doğru yapmayı da öğrenmiş olurduk. Güncel olduğu için size köprü tartışmasından örnek vereyim. Turgut Özal zamanında Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yapılmaya karar verildiğinde o zamanın TMMOB’u, Mimarlar Odası ve daha pek çok kişi ve kuruluşu İstanbul trafiğini çözmek için köprü yapımının bir faydası olmayacağını, köprü bağlantı yollarının çevresinde oluşacak yerleşim bölgeleri nedeniyle, yeni köprünün kendi trafiğini yaratacağını, ulaşım sorununun bir süre sonra daha ağır bir şekilde ortaya çıkarak “Köprü tuzağı” yaratacağını savunmuşlardı. Ayrıca köprü çevre yollarının İstanbul’un çevresindeki sulak alanları tahrip edeceğini, İstanbul su kaynaklarının yapılaşma tehtidi altında kalacağını da söylemişlerdi.
Özal’ın o dönemde bütün bu eleştirilere verdiği cevap bugünkülerle aşağı yukarı aynıydı. Bu eleştirileri getirenlerin gelişme ve kalkınma düşmanı oldukları, kafalarının çalışmadığı, Türkiye’yi geri bırakmak istedikleri, bunların önceki köprüye de karşı oldukları vb. Son seçim kapmanyasında iktidar partisinin 3. Köprü konusundaki reklam filminde de aynı vurguyu görmedik mi? “Cemil amca 3. köprüyle trafik rahatlayacak”, “Cemil amca sen kesin 1. Köprü’ye de karşıydın” ve benzerleri.
Peki, ilginç olan nokta nerede diyeceksiniz. İlginç olan şu; 1988’de ulaşıma açılan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü 27 yılda, yapılmadan önce kendisi için getirilen tüm eleştirileri haklı çıkardı, ama ne toplum, ne de hükümetler bu sonuçlardan bir ders çıkartamadı.
Evet, trafikte en fazla 5-6 yıllık bir rahatlama sağladı, ama orta vadede öncekinden çok daha içinden çıkılmaz bir trafik sorunu yarattı. Köprünün çevre yolları, çevresinde öylesine bir yerleşim yarattı ki, o bölgelerdeki trafik sorunu köprü trafiğini bile gölgede bıraktı. 1990’ların başında İkitelli‘ye, Güneşli‘ye çalıştığımız gazetelere gidip gelirken, bugün kaplumbağa hızında ilerleyen yollar, “Kaç basıyor bu araba” denemeleri yapılabilecek kadar boştu. Aynı durum İstanbul’un su kaynakları için de geçerli. Özellikle Anadolu yakasından İstanbul’a su sağlayan tüm kaynaklar, yerleşim alanına dönüştürülerek kurutuldu ve İstanbul’un suyu Sakarya’dan şuradan buradan temin edilmeye başlandı.
Örnekler sonsuz, ama yerimiz sınırlı. Sonuç olarak 60-70 yıldır bir şeyler yapma konusuna takıldık, ama dönüp yaptıklarımızın sonuçlarına bakmadığımız için bir türlü “Doğrusunu yapmayı” öğrenemedik. Kendi deneyimlerimizden veya başka ülkelerde yaşananlardan hiçbir ders çıkarmadan burnumuzun dikine gitmeye devam ettik. 3. Köprü. 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, HES’ler, termik santraller, nükleer santraller, toplu konutlar, rezidanslar vs. vs. hep bu “icraat” takıntısının bir sonucu olarak karşımıza geliyor. Oysa yalnızca “yapmak” bir amaç olamaz. Toplum olarak yaptığımız işlerin sonuçlarını hesaplayıp tartmadığımız sürece de karşımıza hep daha yüksek maliyetler çıkacağını unutmamamız gerekiyor.